Vaktiyle Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, orijinal üslubuna uygun bir sloganı vardı. Aklımda kaldığına göre şöyleydi: “Uyarmak için uyanmalı, uyanmak için uyarmalı.” Kendi payıma “uyarmak için uyandığımı” düşünüyorum ve yeterince “uyanmak için uyardığımı” da sanıyorum.
O halde şimdi karşımızda duran “barış ve çözüm adımına değil, imkanına” ve buna uygun yapılması gerekenlere sıra geldi.
Böyle bir imkan var mı?
Bu soruya siyasetçilerin ne dediğine bakarak cevap vermek yanlış olur. Erdoğan’ın “Fırsat penceresi” lafından da, Bahçeli’nin “gelsin konuşsun, PKK’yi lağvettiğini, gerillayı dağıttığını haykırsın, ‘umut hakkı’ kapısı ardına kadar açılsın” lafından da böyle bir imkanın varlığı çıkmaz. Ama bu laflardan devletin nasıl bir arayış içinde olduğuna dair işaretler ve kimi öngörüler çıkar. Bu öngörüler de “barış ve çözüm imkanı var mı?” sorusuna ihtiyatlı bir “var” cevabını doğurur.
Birinci öngörü, devletin Ortadoğu’da tırmanan savaş koşullarında, yeniden Öcalan’la müzakere yoluyla, karşı karşıya olduğu tehlikelere karşı önlem almak zorunda olduğudur. Eğer bundan sonraki gelişmeler bu öngörüyü doğrularsa, barış ve çözüm için halkların karşısına bir imkan çıktığını söyleyebiliriz. Böyle ise bu, yine ihtiyatla söylersek, hem devletin kendi çıkarları, hem de halkların çıkarları bakımından “olumlu” bir optimal imkandır.
İkinci öngörü ise şudur: Eğer devlet Öcalan’ın yardımına ihtiyaç duymak zorunda kaldıysa, defalarca kanıtlandığı gibi Öcalan bu “yardımı”, Kürt halkının, Türk halkının ve Ortadoğu halklarının özgür, güvenlikli, barış içinde ve müreffeh geleceğini esas alarak yapacaktır. Bundan şüphe bile edilemez.
Bu öngörüleri, eğer “dünyayı sadece yorumlamak için değil de, değiştirmek için” yapıyorsak, önümüze bir dizi görev çıkarır.
Birincisi, barış öncesinde her devlet gibi Türk devleti de, barış masasında elini güçlendirmek için sürmekte olan savaşta bütün gücünü kullanacaktır. Zaten böyle de yapmaktadır. O halde “barış ve çözümü beklemek” barış masasında devrimci, demokratik gücün zayıflamasına yol açacaktır. Bu durumda demokrasi özgürlük, refah ve barış mücadelesini yeni bir aşamaya yükseltmek şarttır. O halde ne Ankara gibi çıkışlara karşı telaşlı tepkilere, ne de Rojava’nın bombalanmasından “barış imkanının” olmadığı sonucuna varmamak gerekir. Bunlar, eğer devlet uzlaşmak zorundaysa, zaten PKK de başından beri barışa hazırsa, savaşın doğal seyridir.
İkincisi ise şudur: Devlet nasıl barış öncesi askeri saldırganlığını arttırıyorsa, siyasi iktidar da aynı şekilde siyasi ve polisiye saldırısını arttıracaktır. Amacı içerideki barış ve çözüm güçlerini zayıflatmaktır. Onların konuşmalarındaki saldırgan üslubu ve amacını barış değil de, “terörün sona erdirilmesi” olarak ilan etmesi, barış masasında devletin elini güçlendirme ve tabanını konsolide etme amacına yöneliktir. Bu durumda demokratik ve özgürlükçü siyasi güçler “yumuşama ve normalleşme” denilen siyasi mücadelenin dozunu düşürme yolunda boş bir gayrete girmemelidir. Mesela “erken seçim hemen şimdi” sloganını yeniden düşünmelidir.
Üçüncüsü, eğer ufukta çok zayıf bir umut ışığı varsa, halkların geleceği ile ilgili sorumluluk yüklenen siyasi güçler devletin ve iktidarın saldırganlığı karşısında“diyalog” yolundan vazgeçmemelidir. Ancak, “diyalog” denilen yöntemin aynı zamanda bir mücadele yöntemi olduğundan hareket etmelidir. Diyalog, bir yanıyla tartışmada edep ve erkana uymak ise, diğer yandan ve esas olarak devletin ve iktidarın barış ve çözüm hakkındaki barış ve çözümle asla bağdaşmayan somut politikasına karşı, aynı somutlukta demokratik barış ve çözüm alternatifi üretmektir. Şu anda devletin ve iktidarın somut politikası “önce PKK lağvedilsin, gerilla teslim olsun, sonra Öcalan’ın özgürlüğü yolunda adımlar atılsın” şeklindedir. Bunun aynı somutlukta alternatifi “Önce Öcalan özgür olsun, sonra bütün sorunlar onunla müzakere edilsin” çizgisidir.
Dördüncüsü, bütün bu söylenenler birinci ve ikinci öngörüye göre söylendiğine göre birinci öngörü ihtiyatla karşılanmalı, şu ana kadar bu yönde hiçbir kesin ve somut adımın atılmadığı, tersine saldırıların tırmandığı unutulmamalıdır. Birinci öngörü, “devletin Ortadoğu’da tırmanan savaş koşullarında, yeniden Öcalan’la müzakere yoluyla, karşı karşıya olduğu tehlikelere karşı önlem almak zorunda olduğudur.” Gelişmeler bu öngörüyü doğrulayamayabilir. O nedenle bu öngörüye büyük bir ihtiyatla yaklaşmak gerekir.
Ancak ikinci öngörü “Eğer devlet Öcalan’ın yardımına ihtiyaç duymak zorunda kaldıysa, defalarca kanıtlandığı gibi Öcalan bu ‘yardımı’, Kürt halkının, Türk halkının ve Ortadoğu halklarının özgür, güvenlikli, barış içinde ve müreffeh geleceğini esas alarak yapacaktır” öngörüsüdür. Bu sadece bir öngörü değil, 1993 yılından bu yana defalarca doğrulanan Öcalan’ın barış misyonuyla ilgili bir gerçektir. Bu öngörüyle ilgili, psikolojik savaş merkezi bütün gücüyle halkın bilincini bulandırmaya çalışıyor. “Öcalan’la Kandil arasında ayrılık” iddiaları, “Öcalan’ın barıştan, Kandil’in ise savaştan yana olduğu” yalanları sistemli biçimde yayılıyor. DEM Parti’nin içinde de benzer temelde bir ayrışma olduğu pompalanıyor.
Şu anda olduğu gibi Kürt özgürlük hareketinin bütün bileşenleri bu psikolojik savaş kampanyasına karşı takındığı tutumu her adımda güçlendirmeli, “yolumuz Başkan Öcalan’ın yoludur” sloganı temelinde yıkıcı propagandaya karşı “Başkan savaş koşullarında barışın gereklerini yapmakta, Kandil ise barış sağlanmadan önce savaşın gereklerini yapmaktadır, her ikisi birbirini tamamlamaktadır” görüşüne sımsıkı sarılmalıdır.
Bu satırları “başkasına akıl vermek” ya da başkalarının bu gerçeklerden habersiz olduğu gibi bir düşünceyle yazmadığımı özellikle belirtmeliyim. Arkadaşlarımın ve gazete okurlarımızın ne düşündüğümü bilme hakları var. İşte ben bu yazıdaki gibi düşünmekteyim.